Helal Olsun Sana
Tarih: 30 Mart 1996
Yer: Yukarıköy, Ayvacık, Çanakkale
Henüz hava ağarmamıştı yola koyulduğumuzda. Aylardır hayal etmiştik bugünü. Parmak uçlarında çıkmıştım kapıdan kimseye duyurmadan. Kocaman adımlarla ulaştım Ali’in kulübesine. Benden küçük olsa da yaşça, kalıplı çocuktu Ali. Esaslı çocuktu. Köy ilkokulunu birlikte bitirip aynı sınıfa düşmüştük ortaokulda da. İkimizin de hayali ortaokulu bitirip şehirde liseye gitmekti. Kulübenin aşağısında volta atarken buldum onu yerinde duramaz halde. Nerdesin der gibi baktı gözlerime bir an. Yüreğimizdeki kelebekler çekiştirirken bizi omuz omuza başladık hızlı adımlarla yürümeye.
Aşağıdaki komşu köydü ilk hedef. Öyle köy dediğime bakmayın, bizim köy gibi üç köy sığardı içine. Burası şehirden önceki son duraktı sanki. Kırmızı minibüslerle taşırdı insanları şehre her saat başı. Günün ağarmasıyla kalkardı ilk minibüs aşağı köyden “yukarı” şehre.
-Sorarlarsa ne diyeceğiz hatırlıyorsun değil mi? dedi Ali usulca.
-Teyzemlere gidiyoruz diyeceğiz, elli kere konuştuk ya! dedim.
Bende sorun yoktu ama kızarırdı Ali ne zaman yalan söylemeye kalksa. Az mı yakalanmıştık okulda haylazlık yaparken onun yüzünden.
Sonunda geldi şoför selam vererek ve açtı kapısını arabanın. Sırayla doluştuk içine aynı yola binbir amaçla giden amcalarla, teyzelerle.
-Ne işin var çocuk bu saatte senin şehirde? dedi şoför.
Hazırladığımız cevabı seslendirdik aceleyle. Sabah mahmurluğundan mıdır nedir tek kelime edilmedi yol boyunca. El freninin sesiyle anladık otogara geldiğimizi. Gözümüze kestirdiğimiz ilk firmanın ofisine daldık biletleri almak için.
-Evet gençler nereye yolculuk? Dedi, babacan bir tavırla beyaz gömlekli, kır bıyıklı amca.
-İstanbul’a iki bilet, dedim.
Muavinin:
-İstanbul ekspres yolcusu kalmasınnn! seslenişiyle “Geçin bakalım” dedi, yaşlı amca.
Hiç de köyden geldiğimiz minübüse benzemiyordu içerisi. Usta manevralarla otogardan çıkıp yola koyulduk. Yol ilerledikçe yeşilin yerini otoyolların grisi, ağaç gövdelerinin yerini uzun uzun binalar aldı. Ama asıl İstanbul’a geldiğimizi karınca katarlarını andıran yüzlerce arabanın dur kalk lambalarından anladık. Muavinin “Harem yolcusu kalmasın” yakarışıyla otobüsten inip kendimizi bu sefer de insan selinin içinde bulduğumuzda ilk kez kalbimin çarpışını hissettim. Kilometrelerce uzaktaydık artık köyümüzden. Orada olmadığımı anlayınca nasıl da panikleyeceklerini düşündüm.
-Gidip soralım karşıdakilere adresi, dedim çekiştirerek Ali’yi insan selinin içinden.
-Merhaba Amca, deyip söze girdim.
-Bizim bu zarfın arkasındaki adrese gitmemiz lazım. Nasıl gideriz bir yol göstersen?
Zarfı göğsünden hafif uzaklaştırıp gözlüklerinin üstünden okudu yavaşça adresi:
-Çocuklar burası Sirkeci’de, yani karşıda dedi. “Kadıköy’den vapurla geçebilirsiniz. Denizi sağınıza alın ve yol boyunca dümdüz ilerleyin. Sağınızda vapur iskelelerini göreceksiniz.”
Masmavi suyun üstündeki martıların eşliğinde ciğerlerimize denizin mis gibi tuz kokusunu çeke çeke yürüdük. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan bir curcunanın içerisinde bulduk kendimizi. Sağda vapur iskelesinin kocaman yazısı davet ediyordu bizi. Pek çok bağırış yankılandı kulaklarımızda:
-Kestaneye gel!
-Buz gibi soğuk sudan içen!
-Maltepe, Kartal, kalkıyor!
-Simit, gevrek simit!
-Balık ekmek isteyen!
-Beyefendi, sırada ben vardım!
Ve daha seçemediğimiz bir sürü ses. Tüm seslere mola verdiren vapurun göğü yarıp tüm kuşları can havliyle kaçıran düdüğü oldu. Vapura binip büyülenmiş gözlerle baktık karşımızdaki kartpostal misali İstanbul resmine.
-Heyecanlı mısın? dedim dostuma.
-Sorma, dedi. Ya kızarsa? Ya sevinmezse beni gördüğüne?
-Saçmalama, dedim O senin baban.
-Evet, ama gideli neredeyse bir yıl oldu. Bir kere bile gelmedi. Anneme her sorduğumda gelecek dedi ama gelmedi. Bayramda bekledim gelir diye ama yine gelmedi.
-Vardır bir sebebi muhakkak. Hele bir görsün seni anlatır sebebini. Hem mektup yazdı kaç tane. O mektupların üzerindeki adres olmasaydı gelebilir miydik buralara? Az kaldı sabret kavuşacaksın babana.
Aylar önce ben girmiştim aklına köy çeşmesinden ağzımızı dayayıp kana kana su içerken:
-Asma suratını artık, dedim. O gelmiyorsa biz gidelim.
Önce şaka yaptım sandı, ciddiye almadı. Ama bir hafta sonra o geldi:
-Demiştin ya hani, dedi. Biz gidelim diye. Gelir misin gerçekten benimle?
-Seninle savaşa bile giderim, dedim tereddüt etmeden.
Sonra planlar yaptık gün gün, hafta hafta. Ve şimdi dostumu babasına kavuşturmaya ne de az kalmıştı.
Güverteden aşağıya hareketlenince insanlar anladık ki yanaşıyor vapurumuz Sirkeci’ye. Omuz omuza, sıkış tepiş sürükledi bizi bir dere misali insanlar ana caddeye. Ali fark etti yolun ucundan görünen postaneyi. Ürkek adımlarla girerken devasa kapıdan bir postacı gördük
çıkmak üzere olan. Çevirdim sordum hemen adresi. Sadece tarif etmekle kalmadı, yolu üzerinde olan kısma kadar onunla birlikte gelmemizi de kabul etti. Ayrılma vakti gelince teşekkürler edip koyulduk yola. İki sokak geçip köşe başına gelince kolumdan tuttu Ali. Durdurdu beni. Bir şey demedi sözle ama çok şey söyledi gözleriyle. Kızmaz demiştim Ali’ye ve düşünmemiştim hiç aksini. Ama şimdi kanlı canlı karşımdayken bilemedim kestiremedim sonunu.
-Baba! dedi Ali. Baba.
Zaman durdu.
Sırtında kendi boyunca bir yük, terden sırılsıklam olmuş adam zorlukla kafasını kaldırdı. Belli ki gerçek değil sandı. Elini iş hanının yan duvarına dayayıp boca etti sırtındaki yükü yavaşça. Merdivenlerden yavaşça aktı sokağa. Ensesinden salınan beyaz mendiliyle alnını sıvazlayıp zorlukla seslendi:
-Alim. Sen misin gerçekten? Ali”
Ali dilsiz olmuştu. Kafasıyla onaylayabildi usulca. Bir sarıldı ki babası ona. Göğsüne sapladı can parçasını doyasıya. Avuçlarının arasına alıp yüzünü, bakıp bakıp öptü yanaklarından.
-Oğlum, dedi hep. Defalarca Oğlum, aslanım, canparçam benim! dedi.
Sarılmalar, gözyaşları tükenince ilk sözü “Aç mısınız?” oldu. Ali’ye bıraksam ses çıkarmayacaktı çünkü o babasının gözleriyle hasret gidermekle meşguldü. Ama zil çalan karnım istemsizce evet dememe sebep oldu. Hemen en yakın lokantaya gittik hep birlikte. Bu benim oğlum ve arkadaşı diye gururla tanıttı bizi lokantadaki garsondan diğer müşterilere kadar herkese. Herkesten habersiz geldiğimizi öğrenince köyün muhtarına telefon açtı lokantadan ilk iş. Meraktan ölmüş herkes. Tüm köy seferber olmuş bizi bulmak için. Sevinç çığlıklarını telefonun ucundan duyduk hep birlikte. Yemek sonrası çaylarımızı içerken Ali başladı söze:
-Baba neden gittin? Neden hiç gelmedin? Unuttun beni sandım.
-Oğlum benim, gel benimle dedi. Bir işhanının alt katında kaldığı odaya götürdü bizi hızlı adımlarla.
-Gelin, girin içeri, dedi. İşte ben burada kalıyorum son bir yıldır.
-Ama baba, bizim köydeki ev daha güzel değil mi? Neden buradasın? diye sordu Ali.
Baba duraksadı. Ali’nin gözlerinin içerisine baktı ve gururla:
-Senin için Alim, dedi. Senin için. Bu sene ortaokulu bitiriyorsun ve sen okuyacaksın Ali. Önce şehirde liseye, sonra da üniversiteye gideceksin. Köydeki fakirliğimizle bunların hiçbirini yapamazdık. İşte bu yüzden varsın benim bir yılım gitsin ama yeter ki sen oku, yeter ki sen iyi yaşa oğlum.
Tarih: 30 Mart 2022
Ana Haber Bülteni
“Sizlere hepimizin göğsünü kabartan bir haberle merhaba diyoruz sayın seyirciler. Yazılım sektöründe yapay zeka konusunda dünyanın en büyük şirketleri arasında artık bir Türk şirketi var. Ülkemizin değerli iş adamlarından Ali İşler, şirketinin Silikon Vadi’si dev yatırım fonlarından aldığı bir milyar dolar yatırımla tüm dünyanın gündeminde en üst sıraya oturdu. Ali İşler’i kısa süre önce Sirkeci’de bir iş hanını satın alıp maddi durumu olmayan lise öğrencileri için ücretsiz yurda dönüştürmesiyle hatırlayacaksınız. Ali Bey yeni öğrenci yurduna babasının ismini vermişti. Başarılarının devamını diliyoruz.”
Ömer Alp Danış