"O"
İşte, geliyor. Nefret ediyorum “O”ndan. Ne kadar da kendinden emin. “O”nu gördüğüm anda hep aynı şeyi hissediyorum. Sanki midemi görünmez bir el tutup sıkıyor. Bu daha ilkokul yıllarımdan beri hep aynı. Hani denir ya “kendimi bildim bileli” diye, işte öyle. Hiç var olmasaydı “O”, ne güzel olurdu hayatım. Benim adım yazardı her yerde. Arkadaşlarım benden başkasını alkışlamazlardı. Tam bir yıldır bugün için çalışıyorum. Okuldan sonra, hafta sonları. Hele hafta sonları. Sabahın altısında kalkıp onca yolu gitmek ve saatlerce bıkmadan usanmadan çalışmak. En zoruma giden de biraz kaytarsam annemin ve babamın “Böyle devam edersen “O” seni geçecek, rezil olacaksın.” demeleri. “Sen burada pineklerken “O” kesin deli gibi çalışıyor. Yok oğlum, yok senden bir şey olmaz!”
Kafamı kaldırayım biraz. Parmak uçlarımda çaktırmadan uzayayım. Biraz da sert bakayım. Tamam, oldu sanırım. Yeteri kadar kendimden emin gözüktüm artık ben de herhalde. Annem her zamanki gibi en ön sırada. Babamı göremedim. Yine geç kaldı sanırım. Al işte, koşturarak geliyor. Her zamanki gibi son dakika golü.
Dikkatimi toplamam lazım artık. Nefese dikkat. Kulacı uzuna at. Ayakları unutma. Kalbim çıkacak yerinden. Derin nefes, al ver, al ver. Komut geldi: Hazır ve start! İyi girdim havuza. Kesin “O” da iyi girmiştir. İyi ki yanımdaki kulvarda değil. Keşke antremandaki gibi su altı kulaklığım olsaydı da avaz avaz müzik çalsaydı şimdi. Kafamın içindeki papağanı susturabilirdi belki. Dikkat! Şimdi dönüş yapacağız. Hadi Emir! Bir, iki, üç ve şimdi! İyi döndüm gibi. Ama yeteri kadar iyi mi acaba? Göz ucuyla gördüm “O”nu, sanki en sol kulvarda. Önde mi benden, bana mı öyle geldi? Son 20 metre. Hadi oğlum, ha gayret yaparsın! Bir kulaç daha. Bir tane daha ve işte değdim! Allah’ım lütfen lütfen…
Alkışlar kime? Yapma. Ne! Ben kazandım. İşte bu be! İşte bu! Geçebilir misin sen beni? En iyisi benim arkadaş, en hızlısı benim. Yok artık! Saniyeden daha az fark. Olsun, ben kazandım ben! Biliyordum, sen beni geçebilir misin oğlum? Havuzun suyunu yuttururum sana! Çıkalım artık havuzdan da tebrikleri kabul edelim.
Kurulanıp eşofmanları üstüme geçirince, annem depar atarak sarıldı boynuma. Babamla birlikte havuzdan çıkmış gibi terden sırılsıklam olmuşlar. Sanırım onlar da karada kulaç attı benimle eş zamanlı. Madalya töreni, sarılmalar, tebrikler… Omzumdan nasıl bir yük kalktı anlatamam. Yüzüme istemsizce kondurduğum sürekli bir palyaço gülüşüne engel olamıyorum.
Havuzun dışındaki otoparkta bekleyen arabamıza bindik. Akşam gideceğimiz geleneksel kutlama yemeği ve babamın harika olduğunu ballandıra ballandıra anlattığı sözde sürpriz hediyeyi konuşuyoruz kahkahalar eşliğinde. Arka koltukta iki kişilik oturmuş durumdayım. Kırmızı ışıkta durunca yandaki arabaya baktım gayri ihtiyari ve “O”nu gördüm. Arka koltukta nemli gözlerle bana bakarken. Onların arabasındaki kasveti hissettim iliklerimde. Yarıştan sonra ilk kez gülüşüm silindi suratımdan. Birkaç saniye içinde ışık renk değiştirince hareketlendi onların arabası bizden önce ve geçip gittiler yanımızdan. Bu sefer konuşan kafamdaki değil yüreğimdeki papağandı. Sen de onun yerinde olabilirdin, dedi. Birkaç salise midir seni bu kadar mutlu, “O”nu ise bu kadar mutsuz eden?
Bütün gün bunu düşündüm. Yolda da, kutlama yemeğinde de bunu düşündüm. Sevinçliydim ama unutamıyordum nemli gözlerini. Sevindiğim kendi başarım mı, yoksa onun başarısızlığı mıydı? Eğer ikincisi doğru ise, birinin mutsuzluğuna sevinmek beni nasıl bir insan yapardı? Hedefime ulaşmıştım ama o bakışlar yüzünden bir çeşit vicdan muhasebesi ile baş başaydım.
Ertesi gün önce okul servisinde sonra da okulun girişinden sınıfa kadar tebrikleri kabul etmeye devam ettim. Daha ilk ders zili yeni çalmıştı ki okulumuzun beden eğitimi öğretmeninin beni spor salonunda beklediğini öğrendim. Salona girdiğimde “O” da oradaydı. Her ikimizi de tebrik ettikten sonra söze girdi öğretmen:
-Evet, çocuklar! Size harika haberlerim var. Yaptığınız derecelerle her ikiniz de bölgesel yüzme yarışlarında yüzme hakkı kazandınız. Biriniz serbest stilde, diğeriniz kurbağalamada okulumuzu temsil edeceksiniz. Yarış bir hafta sonra Eskişehir’de olacak. Cuma günü otelde kampa gireceğiz. Pazar günü de yarışacaksınız.
Hafta nasıl hızlı geçti anlamadım. Cuma akşamı otelin lobisinde ailelerimiz bizi öğretmenimize teslim etti. Öğretmenimiz, elimize oda giriş kartlarını tutuşturdu ve ertesi sabah “06.30’da kahvaltıda buluşalım.” diyerek, bizi asansörlere yönlendirdi. Tek kelime etmedim “O”nunla asansörde. Çantamı sürükleyerek oda numaramı buldum. Şaka gibi, beni takip ediyordu. Sanırım odalarımız yan yana. Oda numarasını bulup, kapıyı açtım. İçeri girmemle kapımın çalınması bir oldu. Açtığımda kapıda “O” vardı. Odanın çift kişilik olduğunu ve aynı odada kalacağımızı anlamak fazla vaktimizi almadı.
Üstümüzü değiştirip yataklarımıza yatınca usulen iyi geceler diledik birbirimize. Bir süre hiç konuşmadık. Her ikimiz de tavana bakıp, kıpırdamadan duruyorduk yataklarımızın içinde. Sonra hiç beklemediğim şekilde “O” sordu:
-Annen çok sevindi mi şampiyonluğuna?
-Efendim?
Duymuştum aslında, sadece zaman kazanıyordum, belki de niyetini anlamak için. Tekrar etmesini beklemeden cevapladım:
-Evet, sevindiler. Seninkiler ne yaptı?
-Seninle gurur duyuyoruz, dediler ama biliyorum üzdüm onları çok.
Biraz duraksadıktan sonra devam etti:
-Ne hediye aldılar sana ödül olarak?
Kafalarımızı birbirimize çevirdik ilk kez ve sanki sözleşmişçesine aynı anda döküldü aynı kelime ikimizden de:
-Mayo!
Kahkahalarla güldük.
-Sana da mı hep mayo alıyorlar?
-Sorma. Hem de her seferinde. Kutlama yemeği de yapıyor musunuz siz de her şampiyonluktan sonra?
-Yapmaz mıyız? En lüks ve aynı zamanda en sıkıcı restoranda.
-Biliyor musun, ben bir gün söyleyeceğim. Ben hamburger ve patates kızartması yiyerek kutlamak istiyorum diyeceğim.
-Al benden de o kadar. Yine gülüştük.
Konuştukça benim ikizim olduğunu düşünmeye başladım. Tamamen benim gibi yaşıyordu. Benim gibi saatlerce çalışıyor, her yarıştan önce kalbi dışarı çıkacak gibi oluyor, dönüşlerde zamanı ayarlayamamaktan korkuyor, hatta su altında kulaklığından benim dinlediğim müzikleri dinliyordu. Annesi ve babası da sanki benimkilerin ikiziydi. Kazanınca da kaybedince de aynı şeyleri yapıyorlardı. Sonra saatlerce sohbet ettik. O kadar ki sabah, öğretmen bizi zorla uyandırmak zorunda kaldı. Ertesi gün yarış olmasaydı, cumartesi gecesi de sabahlayabilirdik sadece konuşarak. Pazar günü yarışta serbest stilde ben, kurbağalamada ise o şampiyon oldu. Yarışı kazansın diye dua ettim ve deliler gibi sevindim. Yarış sonrası yan yana çıkarken ailelerimiz karşılaştı. Birbirlerini tebrik ettikten sonra teklif babamdan geldi:
-İsterseniz hep birlikte bu başarıyı kutlayalım, ne dersiniz? Biz şehrin en iyi restoranında rezervasyon yaptık.
Çok iyi bir teklif olduğu konusunda hemfikirlerdi. Onlar konuşarak önden giderken, biz göz göze gelip durduk. Bayağı bir ilerledikten sonra bizim onlarla gelmediğimizi fark ettiler. Dönüp sorgulayan gözlerle bize baktılar, “O” fırsatı kaçırmadı:
-Kusura bakmayın, biz hamburger yemeye gideceğiz.
Ben resmi tamamladım:
-Hamburger ve patates, bol ketçaplı.
Anneler, babalar birbirlerine baktılar, ne yapacaklarından emin olamadan. Onları dinlemeden aralarından geçip, çoktan yola koyulmuştuk iki kafadar. Çaresiz, “Tamam” diyerek, ardımıza düştüler bize yetişmeye çalışarak. Yediğim en güzel, en mutlu, en anlamlı yemek bu olabilirdi. İçim o kadar rahattı ki…En büyük rakibimin de benim gibi olduğunu anlamak, hislerini paylaşmak, bu sefer hem kendimin hem de onun başarısına sevinmek vicdanımı serbest bırakmıştı.
Çok kafa çocuktu bu Kenan. İyi ki var! En iyi dostum “O” artık benim.
Ömer Alp Danış